Birol Güven: “Diziler Toplumun Aynasıdır”
Birol Güven: “Diziler Toplumun Aynasıdır”
Bizi Takip Et
Esra Kazancıbaşı Öztekin
Silahlı, mafyalı, kadına şiddetli, yalan dolanlı diziler furyasında, hep naif kalemiyle yaşadığı toplumun yitirilmek üzere olan değerleriyle güldürmeyi başardı Birol Güven.
Kahkahaların getirdiği rating rüzgarında sörf yapmak isterken dili asla sivrileşmedi, bayağılaşmadı, argoya kaçmadı.
Kadın- erkek ilişkisindeki, aile içi iletişimdeki çelişkilerden, farklılardan “Çocuklar Duymasın” gibi Türk televizyon tarihine damga vuran dizilere imza atmayı başardı.
Seksenler ile, o yılların Türkiye’sinin hem siyasi ve sosyal gündemini anımsattı, hem de özlem duyduğumuz eski aşkları, mahalleli dayanışmasını, aile bağlarını, komşuluk ilişkilerini anlattı. 6 yıl süren Seksenler’de bizleri bolca güldürürken, ağlattığı da oldu.
Sinemada ise, Mandırafa Filozufu’yla kariyer peşinde koşan, yaşlılığını güvenceye almak, çocuklarına iyi bir gelecek sunmak için gece gündüz demeden, tatil yapmadan çalışan orta yaşlı milyonlarca kentli insanı sarstı. Öyle bir film yaptı ki, izleyenler arasında emekliliğini ya da tayinini isteyip, İstanbul, Ankara gibi kentlerden sahil kasabasına yerleşenler oldu.
Birol Güven’in omuzlarında dizi sektörüyle ilgili iki önemli derneğin sorumluluğu var. Bunlardan biri, Televizyon ve Sinema Filmi Yapımcıları Meslek Birliği (TESİYAP), diğeri ise Yapımcılar Derneği. Bu iki derneğin de başkanlığını yapıyor Birol Güven. Dizilerin toplum sağlığı üzerindeki etkilerini, yapımcıların, senaristlerin bu konudaki sorumluluklarını sorduğumda beden dili biraz geriliyor. Kolay değil, hem kendi meslek hayatında yazdığın her senaryoda, çektiğin her dizi ve filmde bu sorumluluğun bilinciyle hareket edeceksin, hem de yapımcıların temsilcisi olarak doğru bulmasan bile meslektaşların adına konuşacak, sektörün hakkını savunacaksın.
Mandıra Filozu’ndan sonra biraz tembelleştiğini, artık sadece çok arzuladığı şeyleri yapmak istediğini söyleyen Birol Güven, bugünlerde kendisini çok heyecanlandıran yeni bir dizi projesiyle uğraşıyor. Seksenli yıllar yerine, bu sefer 2030’lu yılların Türkiyesi’ni mizahi dille anlatarak, bilim kurgu- komedi tarzında bir diziyle bol kahkaha vaad ediyor. Geleceğin dünyasını, aşklarını ve insan ilişkilerini ele alacağı dizide, normal insan zekasının evlerimize giren robotlara, giyilebilir teknolojilere ve akıllı yazılımlara karşı direnişi anlatırken insanları güldürmeyi hedefliyor. İşte, Sağlığım İçin Herşey programında Birol Güven ile yaptığımız keyifli sohbetin ayrıntıları:
“TÜRKİYE’DE DİZİ ÇEKİLMİYOR, DİZİ YETİŞTİRİLİYOR”
. Geçtiğimiz aylarda hasta yakının ameliyathaneyi basarak cerrahlara silah zoruyla ameliyat yaptırdığı sahne, yeni doğan yoğun bakım servisinde gerçekleştirilen çekimler gibi nedenlerden dolayı bazı diziler eleştiri oklarının, hatta RTÜK’ün hedefi olmuştu. Yapımcılar Derneği olarak toplum sağlığı için belirlediğiniz bir takım kurallar, yaptırımlar var mı?
“Bizim sektörümüzde böyle bir şey yok, keşke olsaydı! Aslında en büyük hayalimiz RTÜK diye bir kuruluş olmasın! Bizler kendi ilkelerimizi kendimiz belirleyelim. Ancak sektörümüz yeni, Türkiye’de dizilerin 20 yıllık bir geçmişi var. Bugün televizyon dizileriyle ilgili ciddi sıkıntılarımız var. Türkiye’de dizi çekilmiyor, dizi yetiştiriliyor. Yani zamana karşı yapılan bir yarış bu. Dolayısıyla maalesef kimsenin bu tarz şeylere dikkat ettiği falan yok. Hatta bence bizim dizilerde fazla yanıltıcı şeyler de var. Bunun için kimseyi suçlayamayız. Çünkü dünyanı en uzun dizilerini üreten ve seyreden bir milletiz. Aslında her akşam Türkiye’de bir dünya rekoru kırılıyor. Bir dizi 20. 00’de başlayıp 01. 00’e doğru bitiyor. Türk insanı dizi bitmeden uyumuyor. Bu kadar uzun dizi çekmek için bazı pratiklerin gelişmesi, örneğin gittiğiniz bir mekanda bir gün çalışmanız gerekiyor. O yüzden bir film ekibi hastaneyi mekan olarak bulmuşsa, oraya girme hakkını kazanmışsa tüm gününü orada geçirir. Senariste de ‘Öyle bir hastane sahnesi yaz ki, biz bir gün burada çekim yapabilelim’ denir. Dolayısıyla biz kahramanı yoğun bakıma yatırırız, önüne de yakınlarını dizer, altına da müzik döşeriz.
“İHRAÇ TÜRK DİZİLERİNİN SAĞLIK TURİZMİNE KATKISI BÜYÜK”
Bizim dizilerin en önemli özelliği kimsenin ölmemesidir. Dizinin kahramanı hastalanır ya da vurularak hastaneye girer, fakat sağlam çıkar. Yani dizilerde hastanelerimizin iyileştirici bir tarafı vardır. Çünkü ölecek oyuncu bulmak zordur. Yıllar önce bir dizi yapıyordum. Senaryo hikaye senin üzerine kurulu ama yedinci bölümde öleceksin” dedim. “Birol’cum ölemem, yeni ev aldım, kredi borcum var” diye yanıt verdi. Şimdi böyle olunca bizim kahramanlarımız hikaye gereği hastalanır, hastaneye girer ve sağlam çıkar. Bu da bizim sağlık sektörünü patlattı. Şimdi biz 142 ülkeye dizilerimizi satıyoruz. Bizim dizileri seyredenler Türk hastanelerinde kimsenin ölmediğini görüyor. Niye gelip Türkiye’de tedavi oluyorlar zannediyorsunuz? Biz dizi yapımcıları olarak sağlık turizmine katkımız oluyor. Bu dizileri seyredenler hastanelerdeki bakımı, hemşirenin, doktorunun birinin gidip diğerinin gelmesini görünce hemen valizi toplayıp tedaviye geliyor. Şaka bir yana ama dizilerin gerçekten de etkisi vardır.”
“ASIL TEHLİKE DİZİLER DEĞİL, SAĞLIK KONUSUNDA BİLGİ VERENLER”
. Dizilerin de toplum sağlığı açısından sorumluk üstlenmesi gerekmiyor mu? Örneğin Türkiye’de hekimlere yönelik şiddet önemli bir problem. Böyle konularda dizilerin senaryolarında da hassas davranılmasının istenmesi son derece doğal değil mi?
“Bizler bir kurgu yapıyoruz. Filmcilerin böyle bir görevi yok yani bunların sorumluluğunu biz filmcilere yükleyemeyiz. Mesela şahsen ben çok dikkat ederim böyle şeylere ama bu benim kişisel tercihimdir. TESİYAP (Televizyon Ve Sinema Filmi Yapımcıları Melek Birliği) Başkanı olarak bir yapımcıyı arayıp ‘Sen bunu niye böyle yaptın?’ diyemem. Bizlerin bir araya gelmesinin temel nedeni haklarımızı savunmak ve takip etmektir. Ama içerik üretiminde tamamen serbest piyasa kuralları geçerli. Herkes istediği içeriği yapar. Ayrıca dizilerde yapılan bir kurmacadır. Buna rağmen nedense bizim dizi sektörü çok suçlanır bu konuda. İnsanlar sağlık sistemini düzeltmek yerine dizileri düzeltmeye çalışır. Toplumdaki şiddeti yok etmek yerine dizideki şiddeti yok etmeye çalışır. Diziler toplumun aynasıdır. Biz neden dizilerde şiddet kullanıyoruz? Çünkü toplumda şiddet var. Toplumda ne varsa, dizi de o var. Kaldı ki ben de tersten bir eleştiri yapacağım sağlıkçılara, doktorlara. Aynı fikirde olan doktor var mı? Yani insanların kafasını karıştıran diziler mi yoksa sağlık konusunda bilgi verenler mi? Bunlarla kıyaslayınca dizileri daha masum bulurum.”
. Doktorlarla ilgili dizilerden daha tehlikeli bulduğunuz, eleştirdikleriniz neler?
“Mesela, bir Canan Karatay hocamız çıkıyor ‘Bu beyaz’ diyor. Aynı kariyerde başka bir hoca ise ‘Siyah’ diyor. Bu, bence dizilerin yarattığı kaostan daha büyük bir kaostur. Çünkü artık medya okuryazarlığı var. Bizim çok eğitimli bir seyircimiz oluştu. İzlediği şeyin dizi mantığında kurmaca olduğunu biliyor. Asıl tehlike doktorların aynı konuda birbiriyle siyah-beyaz kadar zıt farklı konuşuyor olmasıdır.”
“MANDIRA FİLOZOFU EN ÇOK BENİ SARSTI”
. Biraz da kentli orta yaş ve üzerindeki insanların “Ben ne yapıyorum” diye kendilerini, hayatlarını sorgulamalarına neden olan Mandıra Filozofu’ndan bahsedelim. Sizin de Mandıra Filozu gibi yaşamaya özlem duyduğunuz oluyor mu?
“İtiraf etmeleyim ki, Mandıra Filozofu en çok beni sarstı. Bir insan kendi yazdığından etkilenir mi? Ben yazdıklarımdan etkilendim, etkilendiğim için de yazdım. Benim hayalim Mandıra Filozofu gibi yaşamak değil ama artık özgürlüğümü birinci sıraya koydum. Yapımcıyım, kendi şirketim var, her kararı kendim alıyorum, ne istersem yapabiliyorum ama özgür değilim. Çünkü bu sistem içinde bir iş yapıyor olmak, bir taahhütte bulunuyor olmak zaten özgürlüğü biraz kısıtlayan bir şey. İnşallah bundan sonra daha özgür yaşamaya çalışacağım. Sadece sevdiğim şeyleri yapacağım. Ben, emekliliği de daha özgürleşmek olarak görüyorum.
Maalesef insanlar istediği zaman özgürleşemiyor. Mesela ‘Artık bu işi yapmak istemiyorum, gidip bir koyda balıkçılık yapacağım’ diyemiyorsunuz. İşinizi kapatmanın kredisi yok, bir bankaya gidip ‘Bana kredi verin, işimi kapatacağım artık çalışmak istemiyorum’ diyenler için böyle bir kredi yok. Dolayısıyla büyümek krediyle, küçülmek ise nakit. Son iki yıldır daha düşük tempoda çalışıyorum. Mandıra Filozofu’nu yazdığımdan beri çok tembelleştim. Daha az ve sadece sevdiğim işleri yapmak istiyorum. Tiyatro yazıyorum, kitap yazıyorum daha böyle hobi gibi…”
BU SEFER 80’Lİ YILLARLA DEĞİL, GELECEKLE BİZİ GÜLDÜRECEK!
. Peki, televizyonla ilgili yeni projeleriniz var mı?
“Evet, mesela çok sevdiğim bir alan var; gelecek. Gelecek üzerine okuyorum, çalışıyorum. Önce hobi gibi başladı ama şimdi bunun dizisini yapmak istiyorum. Fütüristler Derneği’yle ile birlikte çalışıyoruz,. Bunu iş gibi değil, hobi olarak görüyorum. Akıllı bir ev üzerinden 2030 -2040 yılı arasında Türk insanın gündelik yaşam biçimini anlatmak istiyorum.”
. Peki, 2030 yılında sağlıkta bizleri neler bekliyor?
“Sağlıktaki gelişmeler inanılmaz. Bana müthiş hikaye veriyor sağlık. Bir kere daha sağlıklı ve daha zayıf olacağız, gelecekte şişman insan pek olmayacak. Robotların başrolde oynadığı yıllar yaşayacağız. Evlerimizde akıllı tuvaletlerimiz olacak, girdiğimizde idrar tahlilimizi yapacak. Tahlilin sonucu mutfağa gidecek. Mutfaktaki robot yemeği buna göre pişirecek. Daha uzun yaşayacağız. Giyilebilir ve yutulabilir teknolojiler olacak. Müthiş bir veri üretimi olacak. Gelecekteki doktorlar ellerinde çok veri olduğu için daha başarılı sonuçlar alacaklar. Tabii bu arada doktorluk mesleği ne hale gelir, robotlar onlara yer bırakır mı; o da ayrı bir tartışma konusu.
Giydiğimiz tişörtler sürekli nabzımızı, tansiyonumuzu ölçerek doktorumuzla paylaşacak. İşte ben bunların dizisini yapacağım. Sağlıkla ilgili konular projemizde başrolde olacak. Çünkü başrol karakterimi dijital dünyaya analog bir karakter olarak atacağım. Akıllı tuvaletlere girmeyi reddedecek, bu sistemi sevmeyecek ama şöyle bir sorunu olacak; Bunları kabul etmeyen yani akıllı gömleği giymeyen, o hapı yutmayan, o tuvalete gitmeyen, o robotun yaptığı yemeyi yemeyen kişi sağlık sisteminin dışında kalacak.”
. Biraz da sizin sağlığınızdan konuşalım. Gut hastalığıyla en zaman tanıştınız? İnsülin direnciniz de var. Bu hastalıklar hayatınızı nasıl etkiledi?
“Geçtiğimiz yıl çok şiddetli bir gut atağı geçirdim. O sıra 10 kilo vermiştim. Meğerse gut hastalarının çok dikkatli ve doktor kontrolünde kilo vermeleri gerekiyormuş. Ani kilo kayıpları gut ataklarına neden olurmuş. Neyse ki, insülin direnci için verilen bir ilaç gut hastalığımı düzeltti. Çünkü o da metabolizmayla ilgiliymiş. Anlayacağınız ben de hem insülin direnci İnsülin direnci var, hem de gut… Sürekli diyet yapmanız gerekiyor. İnsülin direnciyle gutu yan yana koyduğunuzda hayat çekilmez oluyor. Biri, ‘Protein yeme’ diyor, diğeri ‘Karbonhidrat yeme’ diyor. Yani ikisi beraber çok kötü idare
İçeriği Paylaşın