Dünya Kongresinde Türkiye İçin Özel Hastalıklar Öne Çıktı
Dünya Kongresinde Türkiye İçin Özel Hastalıklar Öne Çıktı
Bizi Takip Et
Türk Gastroenteroloji Derneği ve Dünya Gastroenteroloji Organizasyonu (World Gastroenterology Organisation) ile ortaklaşa düzenlenen ‘Dünya Gastroenteroloji Kongresi – WCOG 2019′, İstanbul’da gerçekleştirildi.
Dünya genelinden 2000’i aşkın katılımcıyı buluşturan kongre, Türkiye’de düzenlendi. Uzun çabalar sonucu ülkemize gelmesi sağlanan Dünya Gastroenteroloji Kongresi, bu yıl Türkiye’de yapılan dünya kongresi olma özelliğini de taşıyor. Uluslararası Bilimsel Program Kurulu ile birlikte hazırlanan, yüksek düzeyli ve merak uyandıran bilimsel programda 178 Konuşmacı ve Oturum Başkanı görev aldı. 4 gün boyunca yoğun olarak devam eden kongrenin bilimsel programında yer alan birçok önemli konu, alanlarında tanınmış uzman olan çok değerli ulusal ve uluslararası bilim insanlarının katılımıyla tartışıldı.
Türk tarihi için önemli iki sindirim sistemi hastalığı özel olarak bilimsel programda yer aldı. Bir Türk’ün ismiyle anılan tek hastalık olan ‘Behçet hastalığı’ özel bir sempozyumda tartışıldı. Yine Anadolu’dan doğmuş, kökleri Anadolu’dan gelen ‘Çölyak hastalığı’ da kongre programında yer aldı. Kongrenin açılış programında Anadolu Ateşi sahne alırken, diğer bir akşam ise Sunay Akın, “İstanbul’un Sırları” adlı gösterisiyle kongrede yer aldı.
BEHÇET HASTALIĞI’NIN ÖLÜMCÜL SONUÇLARI OLABİLİR
Türk Gastroenteroloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Serhat Bor, Behçet hastalığının tarama ya da tanı testinin olmadığını vurgulayarak şu bilgileri verdi:
“Behçet sendromu dünyada en sık ülkemizde görülmektedir. Bir çok organda tutulum yaratan Behçet sendromu, damarları tuttuğunda ölümcül sorunlara neden olabilmektedir. Bunun yanında göz tutulumu etkin biçimde tedavi edilmediğinde körlüğe kadar ilerleyebilmektedir. Behçet sendromunda eklemler, merkezi sinir sistemi ve deri tutulumu da meydana gelebilir. Hastalığın mide bağırsak sistemi tutulumu inflamatuar bağırsak hastalıklarına benzeyen bir duruma yol açmaktadır. Barsak tutulumu olan hastaların erken tanınmaması ve etkin tedavi edilmemeleri cerrahi işlem gerektirebilecek barsak delinmelerine ve kanamalara yol açabilmektedir. Behçet sendromu genç erkeklerde daha ağır bir seyir göstermekte, yaş artışı ile hastalığın aktivitesinin azaldığı görülmektedir. Behçet sendromu konusundaki toplumsal bilinçlenme hastalara erken tanı konulmasına ve gelişebilecek komplikasyonlardan korunmalarını sağlayacaktır. Bu nedenle tekrarlayan ağız içi yarasına eşlik eden başka şikayetleri olan hastaların Behçet sendromu açısından taranmaları ülkemiz açısından önem taşımaktadır. Ancak burada her ağız yarası çıkan kişinin Behçet sendromu olmadığı vurgulanmalıdır. Behçet sendromunun tarama ya da tanı testi bulunmamaktadır. Tanı klinik bulgular, laboratuar bulguları ve görüntüleme yöntemleri ile konulmaktadır. Günümüzde bir çok Behçet hastası etkin ilaç tedavileri sayesinde sorunsuz biçimde yaşamaktadır. Behçet sendromu hastalarının tedavileri romatoloji kliniklerinde sürdürülmektedir. Behçet sendromu konusunda toplumumuzun farkındalık düzeyini yükseltmek tüm hekimlerimizin görevi olmalıdır”.
WCOG 2019 Bilimsel Program Komitesi Eş Başkanı Prof. Dr. A. Sedat Boyacıoğlu da, Türk Gastroenteroloji Derneği’nin bu kongrenin ana konusu olarak Behçet hastalığını seçtiğini belirterek, “Dr. Hulusi Behçet’in yayınladığı vaka serileri Dünya literatüründe geniş kabul görmüş ve bundan sonra bu hastalık tanımlayan Türk doktorunun ismiyle yani ‘Behçet hastalığı’ olarak adlandırılmıştır. Hastalık esasen bir vaskülit dediğimiz kronik damar iltihabıdır ve yakalanan kişilerde ömür boyu sürecek bir hastalıktır. Behçet hastalığının sindirim sistemi tutulumunda bağırsaklarda, ama en çok ince bağırsağım son kısmında derin yaralar oluşur. Bu yaralara bağlı olarak karın ağrısı, ishal ve kanamalar ortaya çıkar. Hastalık diğer iltihabi bağırsak hastalıkları ve intestinal tüberkülozdan ayırt edilmelidir. Hastalığın tedavisi de uzun sürelidir ve tutulan organa göre değişebilir. Bağırsak tutulumu olduğunda kortikosteroidler ve diğer bağışıklık ayarlayıcı ajanlar kullanılır” dedi.
KARACİĞER YAĞLANMASI, HEPATİTTEN DAHA TEHLİKELİ
Dünya Gastroenteroloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Cihan Yurdaydın, artık Hepatit B ve Hepatit C’nin yüzde 100 tedavisinin olduğunu belirtti.
Yurdaydın, non-alkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılan alkole bağlı olmayan yağlı karaciğer hastalığı hakkında şu bilgileri paylaştı:
“Karaciğer hastalıklarında günümüzde önemli değişiklikler olmaktadır. Hepatit B ve Hepatit C günümüzde sorun olmaktan çıkmıştır. Tedaviler hemen hemen hastaların yüzde 100’ünde etkilidir. Kalan ana sorun, hastalıkların belirti vermemesi nedeni ile önemli bir hasta grubunun, belki hastaların yüzde 90’ının hasta olduklarını bilmemeleri, bu nedenle de bu başarılı tedavi seçeneklerinden yararlanamamalarıdır. O nedenle herhangi bir nedenle hekime giden bir kişinin mutlaka HBsAg ve anti HCV serolojik testlerini yaptırmaları özellikle önerilir. Viral Hepatit sorun olmaktan tamamen çıktı mı? Nadir görülen, ülkemizde ise o kadar da nadir olmayan bir viral hepatit türü var ki, ona hala çare bulunamamıştır. Üstelik de bu tür, viral hepatitler arasında en ağır seyreden olmasına rağmen. Söz konusu olan Hepatit D veya Hepatit Delta olarak bilinen viral hepatit türüdür. Hepatit D’de halen tek etkili tedavi olan interferon tedavisi ile başarı oranı ancak yüzde 20’lerdedir. Fakat bu hepatit türünde bu sene yeni ilaç ruhsatlandırmasına yönelik faz 3 çalışmalar başladı. Bu çalışmaların sonuçları önümüzdeki 2 yıl içinde alınacak ve muhtemelen bu viral hepatit türünde de olumlu gelişmeler göreceğiz.
OBEZİTE KRİZİNİN YOL AÇTIĞI HASTALIK: NASH
“Peki madem hepatitler sorun olmaktan çıktı veya çıkıyor ve bir paradigma değişikliğinden bahsediyoruz, onların yerine geçen bir hastalık mı var?” diyen Yurdaydın, “Evet böyle bir hastalık var ve bu hastalık da non-alkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılan alkole bağlı olmayan yağlı karaciğer hastalığıdır. Dünya nüfusunun yüzde 25’inde yağlı karaciğer olduğu, bunların yüzde 25’inde de NASH geliştiği ve bunların da yaklaşık yüzde 25’inde siroz geliştiği tahmin edilmektedir. Günümüzde NASH karaciğer yetmezliğinin 2. sıradaki nedeni olma durumundadır, NASH olgularının yüzde 90’ının nedeni obezitedir. Ve günümüzde NASH’in en etkili tedavisi kilo vermeye yönelik diyet ve egzersizdir, Öte yandan NASH’i ilaçla tedavi etmeye yönelik çalışmalar bütün hızı ile devam etmektedir, önümüzdeki 5 yılda NASH’e yönelik ilaç tedavisi de beklenmektedir. Bununla birlikte tıpta en doğru, en sonuç alıcı ve üstelik en ucuz yaklaşım koruyucu tiptir. Bu anlamda çocuklarımızı ‘gürbüz çocuklar’ olarak yetiştirme hevesinden vazgeçmemiz bir zorunluluk halini almıştır. Obezite günümüzün en önemli sağlık sorunlarından biri haline gelmiştir ve bu kişilerde NASH ve karaciğer yetmezliği gelişme riski dışında kalp hastalığı gelişme riski de yüksektir. Kalp hastalığına bağlı ölüm bu kişilerde yüksektir. O halde obeziteye karşı mücadele günümüzde önemli sağlık stratejisi yaklaşımlarından biri olmalıdır” dedi.
KAPADOKYALI ARETAEUS’TAN GÜNÜMÜZE: ÇÖLYAK HASTALIĞI
Prof. Dr. Serhat Bor ise çölyak hastalığının sebepleri ve belirtileri hakkında şunları söyledi:
“Çölyak hastalığı insanoğlunun evrimi ile paralellik gösteren bir hastalık özelliğini taşımaktadır. Neolitik çağa dek avcılıkla beslenen insan, tarım devrimi ile yerleşik düzene geçmiş, meyve, yemiş, hayvan sütü ve ektiği tahıllarla beslenmeye başlamıştır. Bu yeni durum insanlığın yeni antijenlerle tanışmasına ve adapte olamayan bireylerde çeşitli besin alerjilerinin gelişmesine neden olmuştur. Tarım ilk olarak “bereketli hilal” adı verilen ve üç büyük nehrin suladığı Anadolu’nun güneydoğusuna komşu topraklarda gelişmeye başlamıştır. İlginçtir ki, Çölyak hastalığının ilk tanımı Kapadokya’lı Aretaeus olarak tanınan Yunanlı bilim insanı tarafından yapılmıştır. Aretaeus kökeni yunanca “koilea” (karın) olan “koiliakos” terimi ile hastalıklı bağırsakları tanımlamıştır. Bu tanım 1856’da Francis Adams tarafından İngilizce literatüre “Ceoliac” olarak tercüme edilmiştir. Hastalığın modern tıptaki tanımı ise ilk kez Samuel Gee tarafından 1888’de yapılmış, daha sonra 1950’de Willem Karel Dicke tarafından buğday proteini olan glutenle hastalık ilişkisi ortaya konmuştur. Bereketli Anadolu toprakları Çölyak hastalığının doğuşuna tanıklık etmiştir. Sonraki yıllarda tarımla uğraşan Anadolu insanının temel besin maddesi buğday ve buğday unuyla yapılan ekmek olmuştur. Ekmeğin toplumun beslenme alışkanlıkları içinde önemli bir yere sahip olduğu Türkiye’de yıllar içerisinde Çölyak hastalığının sıklığı dünya ile paralellik gösterecek şekilde artarak günümüzde yaklaşık 100 bireyden birinde görülür hale gelmiştir. Özellikle batı tipi beslenmenin yaygınlaşması, genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerinin kullanılması, bağırsak mikroflorasının değişmesi, koruyucuların kullanıldığı hazır ve paketli gıdaların daha sık tüketilmesi hastalık sıklığındaki artıştan ve klinik bulgularının çeşitliliğinden sorumlu tutulmaktadır.”
ÇÖLYAK HASTALIĞI “BİNBİR SURATLI”
Çölyak’ın glutene karşı gelişen duyarlılık bireysel genetik, immünolojik ve çevresel faktörler nedeniyle farklı klinik tablolarla kendini göstermekte ve giderek farklı sistemlere ait bozukluklarla ortaya çıkmakta olduğunu belirten Bor, “Bu durum son yıllarda Çölyak hastalığının ‘binbir surat’ olarak yorumlanmasına neden olmuştur. Dünyada ve Türkiye’de çölyak hastalığının görülme sıklığı yüzde 1’dir. Türkiye’de tanısı konulmuş kayıtlı hasta sayısı 60 binin üzerindedir ve tanı alan hasta sayısından çok daha fazla tanı konulmamış hasta mevcuttur. Çölyak hastalığı her yaşta görülebilmekte, yetişkinlerde ortaya çıkan yakınma ve bulguları; ishal, aşırı gaz, ve/veya kabızlık’, ‘sürekli, izah edilemeyen yakınmalar, bulantı ve kusma’, ‘tekrarlayan karın ağrısı, kramp veya şişkinlik’, ‘demir, B12 vitamini veya folik asit eksikliği, kansızlık’, ‘yorgunluk ve/veya baş ağrısı’, ‘kilo kaybı’, ‘ağızda yaralar’, ‘saç dökülmesi’, ‘deri döküntüsü’, ‘osteoporoz’, ‘depresyon’, ‘infertilite’, ‘tekrarlayan
düşükler’, ‘diş mine problemleri’, ‘eklem ve/veya kemik ağrıları’ ve ‘nörolojik problemler’ şeklindedir. Çölyak hastalığını akla getirdikten sonra tanı koymak için hasta kanında antikor araştırılması ve endoskopi yaparak oniki parmak bağırsağından alınan doku örneğinin patolojik olarak incelenmesi gerekir. Hastalarda kanda antikorların saptanmasında kullanılan tek basamak hasta başı testleri kullanımları kolay, direkt kan örneğine uygulanan 10 dakikada sonuç veren testlerdir. Ancak hasta başı testlerin kullanılması laboratuvar temelli testlerin yerine önerilmemektedir. Çölyak hastalığının günümüzde bilinen tek tedavisi ömür boyu glutensiz diyet uygulamasıdır. Gluten içeren ürünlerin başta buğday, arpa, çavdar olmak üzere yasaklanması gerekir. Tarihte zirai ürünlerin ilk formlarının izlendiği bu topraklarda, zengin bir tahıl ülkesi olan ülkemizde, bu hastalık nedeniyle bu ürünleri tüketememek hiç de kolay değildir. Bu nedenle hastaların son derece iyi bilgilendirilmesi ve diyete uyumlarının sağlanması en büyük önceliğimizdir. Glutensiz diyeti kararlı bir şekilde uygulayan çölyak hastalarının 2 hafta gibi kısa bir sürede hastalığa ait yakınmaları gerilemeye başlar. Kan testleri 6 ay içerisinde normale döner. Bağırsaktaki bozuklukların tamamen iyileşmesi ise 1 ila 2 yıl zaman almaktadır. Et, balık, yumurta, meyve ve sebze, süt, çok sayıda süt ürünleri, pirinç, mısır ve patates gibi çok sayıda gıda maddesi doğası gereği gluten içermemektedir. Hastaların hazır gıda alımı sırasında aldıkları ürün paketinde içerik okumayı öğrenmeleri büyük önem taşımaktadır” dedi.
“Ülkemizde gastroenterologların öncülüğünde kurulan çeşitli dernekler yoluyla Çölyak hastalığı farkındalığı yalnızca hasta ve yakınları arasında değil, tüm toplumda giderek artmaktadır” diyen Prof. Dr. Serhat Bor, “İlk kez bu topraklarda tanımlanan Çölyak hastalığının, bir diğer ifade ile ‘gluten duyarlılığının’ tanı ve tedavisindeki gelişmelere, yine bu toprakların hekimlerinin öncülük etmesi ve İstanbul’da ev sahipliğimizde gerçekleştirilen Dünya Gastroenteroloji Kongresinin bu yolda önemli bir adım olması en büyük dileğimizdir” diye belirtti.
İçeriği Paylaşın