Kalp Sağlığımız Duygu ve Düşüncelerden Nasıl Etkileniyor?
Kalp Sağlığımız Duygu ve Düşüncelerden Nasıl Etkileniyor?
Bizi Takip Et
Kalbimizle beynimiz, duygularımız ve düşüncelerimiz arasındaki bağlantı ne? Olumsuz düşünceler, öfke, kaygı, korona virüsüyle yaşadığımız şu günlerde evden dışarı çıkamama duygusu, geleceğin belirsizliği ve bunların yarattığı stres acaba kalp sağlığımızı nasıl etkiliyor? Daha sağlıklı bir kalp için duygularımızı, düşüncelerimizi ve beynimizi nasıl formatlamalıyız?
Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Taha Alper ve Psikolog Hicran Tülüce, birlikte kaleme aldıkları “Kalpleri Ayarlama Enstitüsü”nde kalbimizi sağlığa, sevgiye ve mutluluğa nasıl odaklayacağımızı anlatıyorlar. Söyleşinin ilk bölümünde Prof. Dr. Ahmet Taha Alper’le kalp sağlığımızı, kalbimizle düşüncelerimizin ve beynimizin bağlantısını konuşacağız. Sonra da Psikolog Hicran Tülüce psikolojik olarak yapmamız gerekenleri anlatacak.
‘‘KIRIK KALP SENDROMU TIBBİ BİR HASTALIK’’
. Duygularımız ve düşüncelerimiz kalbimizi nasıl etkiliyor? Kırık kalp sendromu tıbbi bir hastalık mı yoksa psikolojik başlayıp kalp sağlığımızı etkileyen bir durum mudur?
‘‘Kırık kalp sendromu, gerçekten tıbbi bir hastalıktır. Tanısını koymak her zaman çok kolay olmaz. Özellikle menopoz sonrası kadınlarda daha sık görülür. Ama menopoz öncesi de olabilir ve erkeklerde de görülür. Genellikle üzüntü verici bir olaydan sonra yaşanırsa da çok heyecanlandığımız zaman, sevinçli bir olaydan sonra da kırık kalp sendromu olabilir. Kalp kriziyle karıştığı için hekimi yanıltabilecek bir durumdur. Hastada göğüs ağrısı, kalp enzimlerinde değişiklikler olabilir. Ama en önemlisi kalp şeklinde oluşmasıdır. Adı, Japonların ahtapot yakalamak için kullandıkları takatsubo adlı cihazdan gelir. Kalp adeta bu cihazın şeklini alır. İngilizcede broken heart sendromu olarak geçer. Kalp krizi kadar ağır bir durum değildir ama bazen gerçekten ciddi kalp yetersizliği olabilir. Bazı hastalar bir süre sonra tamamen düzelir; bir kısmında daha ciddi sonuçlar ortaya çıkabilir.’’
‘‘HASTA, KALP KRİZİ BULGULARIYLA GELEBİLİR’’
. Belirtileri nelerdir? Ne gibi tetkikler istenir?
‘‘Hasta aynı kalp krizi gibi bulgularla gelebilir. Hem elektro kardiyografi bulguları hem EKG bulguları hem bazen kalp ultrasonu bulguları hem de kalp enzimleri bulguları nedeniyle hekim bunu kalp krizi sanabilir. Ama burada tam bir damar tıkanıklığı bu olaya neden olmaz. Hastayı anjiyoya aldığınızda damarların normal olduğunu görmeniz çok mümkündür. Ama bir yandan da kalp fonksiyonlarında ciddi bir bozulma vardır. Bu ikisi bir araya gelmiş ve kalp o özel şeklini almış olabilir. Her zaman o özel şekli almayabilir. Diğer klinik belirtilerle birleştirip düşünmek gerekir. Ama o özel şekille birlikte normal damar yapısı görüldüğünde bu bir takatsubo ya da kırık kalp sendromu denilmelidir. Tabii eğer ciddi şekilde kalbin çok geniş bir alanını etkilediyse kalp yetersizliği bulguları hastada hemen ortaya çıkabilir.’’
‘‘STRES TEK BAŞINA RİSK FAKTÖRÜ’’
. Stres, öfke, ayrılık acısı, bir yakını kaybetmek kalp sağlığımızı nasıl etkiler?
‘‘Kronik stres kalbi çok yıpratır. Damar yapımızı bir kere stres bozar; stresle beraber birtakım iltihap parametreleri vücudumuzda artar. Kortizon düzeyi, interlökin denilen bazı maddeler ve adrenalin düzeyi artar. Bunların tamamı damar duvarını olumsuz şekilde etkiler. Hem kalp damar hastalığının gelişmesine neden olur hem de kalp damar hastalığının sonunda ortaya çıkabilecek kalp krizlerini tetikleyebilir. O yüzden stres tek başına bir risk faktörüdür. Bu kitabı yazarken kolesterol düzeyleri iyi, şeker hastalığı ve tansiyonu olmayan, o zamana kadar herhangi bir kalp rahatsızlığı geçirmemiş hastalarda akut streslerin sonrasında çok dramatik sonuçlara rastladık. Birkaçı tamamen sağlıklı insanlardı; eşlerini kaybettiler ve eşlerinin cenazesinde ani ölümden son anda kurtuldular. Kitabımızda yer alan bir başka gerçek örnekte ise spor yapan, atletik vücutlu genç bir adam annesinin cenazesinde bir anda bayılıyor. Acil ekipler geliyor ve bu acil ekip o sırada kalp masajı yapmak zorunda kalıyor ve onu kurtarıyorlar. Ama bu kişi, hayatını tehdit eden bir ritim bozukluğu olduğu için sonrasında çok detaylı tetkikler yapıp kalp pili takmak zorunda kaldığımız bir hastaydı. Stres, ayrılık acısı, bir yakını kaybetmek kişi sağlıklı olsa bile o ana kadar yaşadığı yoğun stres bir anda kalbin tüm dengesini alt üst edebilir. Günlük pratiğimizde genellikle hastanın hipertansiyon, diyabet, kolesterol yüksekliği sigara içilmesi gibi yapısal risk faktörlerine odaklanıyoruz. Stres, depresyon, öfke gibi duygu durumlarına çok odaklanmıyoruz. Mesela bizzat öfke kalp krizini tek başına tetikleyebiliyor. Özellikle de yıkıcı öfke türü denilen insanın öfkesini yansıtmaması çok tehlikelidir. O nedenle öfkeyi doğru bir şekilde yansıtmak yani sükunetle kızdığını ifade etmek gerekiyor. Eğer ciddi bir kalp rahatsızlığınız varsa ve haftada ikiden fazla öfke nöbeti geçiriyorsanız ve bunları kontrol altına alamıyorsanız, çalışmalar bu hasta mutlaka profesyonel destek alsın diyor. Otomatik şok cihazları hayatı tehdit eden ritim bozukluklarında devreye girip hastanın hayatını kurtarıyor. Çalışmalar eğer hasta bir öfke atağı geçirmişse bu cihazların daha çok ve doğru olarak devreye girdiğini gösteriyor. Yani o öfke atakları kalp rahatsızlığı olan insanlarda sadece kalp krizini değil hayatı tehdit eden ritim bozukluklarını da tetikleyebiliyor.’’
RİTİM BOZUKLUĞUNU VE KALP KRİZİNİ TETİKLİYOR
. Peki ne oluyor da yoğun bir öfke, stres ya da kaygı anında o ana kadar hiç alarm vermeyen kalbimiz birdenbire ya ritim bozukluğu ya da kalp krizi gibi bir tabloyla hastanelik ediyor?
‘‘Bir stres haliyle karşılaştığımızda en hızlı bir şekilde adrenalin ve stres hormonları kana hemen karışıyor. Bunların damar duvarını büzücü, ritim bozukluğunu tetikleyici, nabzı arttırıcı ve kalp kasının içerisindeki birtakım dinamikleri değiştirici etkileri var. Bunlar hem ritim bozukluğunu hem kalp krizini tetikleyebiliyor. Bunların bir kısmı gerçekten fark edilmeden ani ölümlere neden oluyor. Günlük hayatımızda bunları çok ciddi bir şekilde görüyoruz. Mesela çocuğunun kalbinde ciddi bir ritim problemi olan bir anne o kadar dramatik bir stres yaşadı ki çocuğunun problemini çözdük ama anne birkaç hafta içerisinde hayatını kaybetti. Öfkede bu örnek çok tipiktir. Benim stresim, öfkem anlıktır geçer, denir ama çalışmalara göre öfke nöbetlerinden sonra öfkeniz geçse bile birkaç saat daha kalp krizi riskiniz artıyor.’’
İHANETE UĞRAMAK, AYRILIK ACISI YAŞAMAK…
. Menopoz sonrasındaki kadınlarla ilgili yurt dışında yapılan bir araştırmaya göre terkedilen, ihanete uğrayan kadınlarda meme ve rahim kanseri riskinin çok daha yüksek olduğu söylenmişti. İhanete uğramak, ayrılık acısı yaşamak kalp için de geçerli midir?
‘‘İnsan bir robot değil; biz daha çok duyusal ve duygusal bir canlıyız. Sadece beyinden, gerçeklikten ibaret değiliz; hayalimiz, duygularımız ve inançlarımız var. Duygularımız bunları birebir yönlendiriyor. Dolayısıyla kanseri ilgili durum kalpte de geçerli. Kadınla erkek arasında özellikle depresyonda şöyle bir fark var; erkekler daha çok içe kapanıyorlar ve hislerini çok açıklamıyorlar ve o gizli depresyonlar öfkeyle, saldırganlıkla, başka şeyleri dışavurumla ortaya çıkıyor. Kadınların avantajı bunu hemen dışa yansıtmalarıdır. Hemen bir yardım alma eğiliminde oluyorlar. Daha akıllı davranıyorlar. Erkekler yardım almayı kendilerine yediremiyorlar; belki erkeklik gururlarına da ters geliyor. İhanete uğramak depresyonu tetikliyor. Depresyon hem kalp damar hastalığı gelişimine eğilimini artırıyor hem de hastalık tedavinize uyumunuzu da ortadan kaldırıyor. Kişi depresyona girdiğinde eğer bir kalp hastalığı gelişmişse onunla ilgili tedavi almayı da reddediyor. Bu nedenle iki şekilde hastalığın ilerlemesine neden oluyor. Bunlar iç içe girmiş bir kısır döngü gibi; kalp krizi geçirenlerde de depresyon olabiliyor. Bir süre sonra depresyonun kendisi de kalp krizine neden olabiliyor. Şiddetli bir kalp krizi geçirdikten sonra yaklaşık yüzde 10-15 gibi hastalarda da gözlenebiliyor.’’
KAYGILARIN VERDİĞİ ZARARLAR
. Kitabınızdaki ‘önümüzde kurduğumuz barikatlar: hasta olacağım’ bölümünde kaygılardan söz ediliyor. Hasta olacağım, bana bir şey olacak, ben de babam annem gibi erken yaşta inme geçireceğim ya da kalp krizi geçirip yaşamımı yitireceğim gibi kaygılar kalbi nasıl etkiliyor?
‘‘İnançlar insanları çok bariz bir şekilde etkiliyor. Çin astrolojisinde bazı yıllar hastalıklarla ilişkilendirilmiştir. Mesela Çin astrolojisine inanan Çinliler inanmayanlarla kıyaslandığında belirgin derecede daha çok hasta oluyorlar ve daha erken ölüyorlar. İnancın kendi içinde bir biyolojisi var ve biyokimyamızı, bedenimizi etkiliyor. İnançlarımızı kontrol altına alarak bu risk faktörlerinden de uzaklaşabiliriz. Babamız genetik yükümüz olabilir ama babamızın şu yaşta ölmüş olması ya da annemizin felç geçirmesi bizim de felç geçireceğimiz veya kalp krizi geçireceğimiz anlamına gelmez. Mesela plasebo etkisinden biliyoruz; ilaç olmayan bir maddeyi ilaç olduğuna inanarak aldığınızda o madde size şifa sağlıyor. 19. yüzyılda bunu bir eczacı tespit ediyor; insanlara ilacı verirken ilaç kutularının üzerine bu size çok iyi gelecek vs diye yazılar yazıyor ve o insanlar kendilerini daha iyi hissediyorlar ve düzeliyorlar. Bu bir uydurma ya da yalan değil bir inanç. İnancın insanın karmaşık yapısında bir yeri var ve bunun mutlaka bizim farkında olmamız lazım.’’
UMUT: BİZİ HAYATA BAĞLAYAN GİZLİ HALAT…
. İyileşeceğine inanmanın etkisi tıbben de gözlemlenen bir olgu mudur?
‘‘Umut bir kere çok çok önemlidir. Bir insanın umudunu kaybetmemesi gerekir. Yapılan birtakım analizlerde insanların seratonin düzeylerini belirliyorlar; bir yandan da umut skalalarına bakıyorlar. İkisi birbiriyle örtüşüyor; yani bir insanın umudu varsa o genetiğiyle de biyokimyasıyla da ilişkili. Kitapta umut için, bizi hayata bağlayan gizli halat, tabirini kullandık. Bizde hasta -hasta yakını ilişkisi de çok çok önemlidir. Hasta yakınlarına, özellikle ağır bir hasta olduğu zaman, ‘zor bir dönem geçiriyorsunuz, üzerinizde ağır bir görev var, bu görev iyi de sonuçlanabilir kötü de; siz bu görevi iyi yapmaya odaklanın, elinizden gelen her şeyi yapın. Geriye dönüp baktığınızda size akıl ne emrediyorsa onun gerekliliklerini yerine getirdiyseniz o zaman rahat olabilirsiniz’ diyorum. Buradaki en önemli nokta, siz görevinizi yerine getirdiyseniz daha fazla kaygı yaşamanızın hastaya bir faydasının olmamasıdır.’’
HASTANIN RUHUNA DOKUNMAK…
. Türkiye’de ve dünya hastanın ruhunun ihmal edildiğini düşünüyor musunuz? Kalbi tedavi ederken hastanın ruhuna dokunmayan hekimlere ne önerirsiniz?
‘‘Sözler bazen gerçekten kılıçtan keskin oluyor. Cerrahın neşterinden daha keskin sözler var. İnsanların ruhlarına dokunmak gerekiyor. O kesinlikle çok iyileştirici bir faktör. Bu bir sempati değil; bu gerçek insan ilişkisi ve bizi bu ilişkilerimiz aslında mutlu ediyor. İyileşmenin de çok önemli bir aşaması. Hekimlerin maalesef çok ciddi bir iş yoğunluğu var. Daha çok hastanın mekanik birtakım şikayetlerine odaklanıyorlar. Bu yoğunluk içerisinde o ruhi dokunuşları yapmalarını beklemek de çok mümkün değil.’’
KALP ZEKASI NEDİR?
. Kalp zekâsı nedir?
‘‘Bir kere insan anlam aramaya odaklı bir varlık. Bugünkü refah toplumunda anlam aramanın yerini başka şeyler aldı. Özellikle güç arama kimisine para, kimisine mevkii olarak yansıyor. Anlam noktasında, özellikle eşinizle, çevrenizle yaşadığınız ilişkiler sizi mutluluğa götüren anlamlı ilişkiler ve çok çok önemli. Onun dışında işinizi gönülden yapmanız çok önemli. Mesela meşhur bir akış teorisi vardır. İşimiz bazen eşimizden, ailemizden sonraya bazen de daha öne geçiyor. Çok fazla zaman ayırdığımız bir olay. Bazı çalışmalar işini gönülden yapanların tansiyonlarının daha kontrol altında olduğunu gösteriyor. Kalp zekası ise biraz felsefi yanı olan karmaşık bir şey. Kitapta insanın hayata sadece rasyonel değerlerle bakmaması gerektiğine atıf yaparak biraz akademik bir tabirle tanımladık. Bizdeki kişisel gelişim ya da duyguyla ilişkili kitaplar genellikle batıdan ithaldir. Ama bizim kendimize has duygu ve düşüncelerimiz var. Kitabı bizim milletimize has duygulardan düşüncelerden hareketle oluşturmaya çalıştık.’’
‘‘KALP HORMON ÜRETEN VE BEYİNDEN BAĞIMSIZ HAREKET EDEN BİR ORGAN’’
. Kalp nakli olmuş kişilerde nakledilen kalbi taşıyan kişinin duygusal ve düşünsel özellikleri o kişiye geçebilir mi?
‘‘Bu konuda literatürde çok ilginç sunumlar var ve onları da kitaba koyduk. Kalp hormon üretebilen ve beyinden bağımsız hareket edebilen bir organdır. Beyinden farklı bir şekilde birtakım hormonlar üretebilir. Mesela oksitosin dediğimiz sevgi, şefkat, merhamet hormonunu üretir ve bu hormon bütün beynimizi vücudumuzu etkiler. Yine ANP ve BNP denilen bazı hormonları bizzat kalp üreti ve bu bütün vücuda salınır. Kalp naklinde sinir nakli yapılmaz; sadece damarlar birbirine bağlanır ama kalp atmaya devam eder. Kalbin kendine ait bir sinir sistemi vardır ve kendi atışlarını kendisi düzenleyebilir. Yani beynin diğer organlara etkisi olduğu gibi kalp de diğer organları ve beyni birinci dereceden etkiler.’’
Acaba yalnızlarda neden daha çok kalp hastalıkları görülüyor? Aşk ve evlilik kalbi nasıl etkiliyor? Düzgün bir aşk ilişkisinde kalbimiz daha mı sağlıklı oluyor? Kalp sağlığımız için kalple ilgili düşünsel olarak neler yapmamız gerekiyor? Psikolog Hicran Tülüce, beynimizi esir alan kaygılardan, korkulardan uzak durmamız ve kalp sağlığımız için yapmamız gerekenleri anlattı.
D TİPİ KİŞİLİKLERDE KALP HASTALIKLARI DAHA YÜKSEK
. D tipi kişilik nedir? D tipi kişiliklerde neden kalp hastalıkları daha yüksek?
‘‘D tipi kişilik, son yıllarda tanımlanan bir kişilik türüdür. Daha çok depresif, içe dönük, sosyal olarak izole, biraz daha yalnız hisseden ve gerçekten de yalnız olan kişilere verilen bir isimdir. Kalp hastalığıyla bağlantısı birçok çalışmada ortaya çıktığı için Avrupa Kardiyoloji Kılavuzu’na da girdi. Özellikle çok öfkeli, hayatla sürekli mücadele eden A tipi gündemdeydi. Ama D tipi kişiliklerin de kalp hastalıklarıyla çok bağlantısı olduğu görüldü. Çünkü D tipi kişiliklerin depresyona girme ve kaygı yaşama olasılığı çok fazladır. Herhangi bir yaşam krizi bu tür duyguları hızlı bir şekilde tetikleyip ruhsal durumlarını alt üst edebilir. Bu da kalp hastalığına giden yolu kolaylaştırmaktadır.’’
‘‘ÖNEMLİ OLAN YALNIZ YAŞAMAK DEĞİL YALNIZ HİSSETMEMEK’’
. Kitabınızda yalnızlarda ölüm riskinin daha yüksek olduğunu yazıyorsunuz. Yalnızlık bizi nasıl böyle etkiliyor?
‘‘Yalnız yaşamakla ya da yalnız olmakla yalnız hissetmek farklı konulardır. Her yalnız yaşayan kişinin tabii ki erken ölüm riski yoktur. Buradaki kriter aslında işlevsel sosyal destek kavramıdır. Hayatınızda yüz tane insan olabilir ama hiç birisine duygusal yakınlık hissetmiyorsunuzdur. Hep şu örnek verilir: gecenin dördünde başınız çok sıkıştığında, çok kötü hissettiğinizde arayabileceğiniz biri var mı? Çoğu insan bu soruya hayır diyor. Duygularınızı kime açarsınız, dediğimde, ben duygularımı açmamayı tercih ederim, diyor. Eğer hayatınızda aile ve arkadaşlarınız dahil beş altı kişi varsa bu sizin yalnız olmadığınızı gösterir. Ama yalnız yaşayan herkesin böyle bir riski olduğu anlamına gelmez. Burada kaliteli sosyal ilişkiye sahip olmak ve istediğiniz an onlara ulaşabilmek önemlidir.’’
‘‘SEVGİ GÖSTERMEK VE DOKUNMAK YAŞAMSAL ÖNEME SAHİP’’
. Kalabalık bir evde kendini yalnız hissetmek özellikle kadınlar için geçerli olabilir mi?
‘‘Kalabalık bir evde kendini yalnız hissetmek maalesef kadınlar için geçerli. Genel olarak Türk aile yapısında çok sık gözlemlediğim bir şey, aynı evde aramızda duygusal duvarlar örüyor olmamız. Farkında olmadan herkes kendi hayatına odaklı bir şekilde yaşıyor. Akşam yemekleri belki ortak yeniyor ama duygusal açıdan kaliteli iletişimler yaşanmıyor. Kimisi elinden cep telefonunu bırakmıyor, kimisi sadece televizyondaki dizileri izliyor ya da çocukların sadece fiziksel ihtiyaçlarıyla ilgileniyor. Bu, duygusal olarak hiçbir iletişimin olmadığı anlamına geliyor. Oradaki her birey tek başına duygusal yalnızlık içindedir ve bunu paylaşabileceği en yakındaki kişilerden kendini mahrum bırakmış oluyor. Yalnızlıkla ilgili 1200’lü yıllarda İmparator 2. Friedrich tarafından yapılan çok ilginç bir deney var. 50 tane yeni doğmuş bebeği hiç kimseyle iletişim kurulmayan bir ortamda büyütmek için bir deney planlıyor. Bu çocuklar hangi dili konuşacak diye bunu test etmek istiyor. Bu çocuklara sadece fiziksel bakım veriliyor, hiç kimse onlarla iletişim kurmuyor ve çok kısa bir sürede bu çocuklar hayatlarını kaybediyor. Bu aslında yalnızlığın ne kadar öldürücü olacağının ilk deneysel kanıtıdır. İkinci Dünya Savaşı’nda da anne babalarını kaybetmiş olan ve yetiştirme yurdunda büyüyen çocukların büyük bir çoğunluğunun iki yaşına gelmeden yaşamını kaybettiği ortaya çıktı. Dolayısıyla dokunmak, sevgi göstermek, bunu hissettirmek yaşamsal öneme sahip ve bizim ölene kadar buna ihtiyacımız var. Hangi yaşta olursak olalım yalnızlık duygusunu bunlarla telafi etmek gibi kendimize karşı bir görevimiz var.’’
‘‘KORONA SALGININDA SEVGİMİZİ SÖZEL OLARAK İFADE ETMEK YETERLİ’’
. Covid-19 salgınını yaşandığımız bu dönemde çoğu kişi eski günlerine dönemeyeceğini düşünüyor. Bu konudaki gözlemleriniz nelerdir?
‘‘Özellikle ilk dalgada kaygı çok yüksekti. Ama şu dönemde biraz daha tükenmişlik ve her şey biraz daha böyle devam edecekmiş gibi bir duygusal durum oluşmaya başladı. Aslında dünya tarihi salgınlar, savaşlar, depremler, afetlerle doludur ama hepsi de sonlanmıştır. Hem insan olarak hem toplum hem de dünya olarak yaşama iç güdümüz zaten çok yüksektir. Şu anda evlerimizde konforumuz da çok bozulmadan bu salgınla mücadele etmeye çalışıyoruz. O yüzden ben şikayet etmeyi çok doğru bulmuyorum. Benim için de sarılmak, dokunmak çok önemli. En son aile ziyareti yaptığımda anneme sarılamadım ama biliyorum ki bir sonraki gidişimde ona daha rahat dokunabileceğim. Şu aşamada sözel olarak sevgimizi ifade etmek bile yeterlidir.’’
ÖFKE İLE NASIL BAŞEDEBİLİRİZ?
. Öfkenin üstesinden nasıl gelebiliriz? Kişiden kişiye öfkeyle başetme yöntemi değişir mi?
‘‘Öncellikle genetik olarak öfkeli bir kişilik yapısına sahip olabiliriz. Ama öfkeyi ağırlıklı olarak ailede öğreniyoruz. Ev içinde sürekli öfke patlamaları yaşayan biri varsa, krizlere ve insanlara karşı tepkisini böyle veriyorsa onu direkt model alıyoruz. Yetişkin olduğumuzda da kendi yaşantımızda farkında olmadan bunu uyguluyoruz. Tabii ki öfkelenmek son derece insani bir durum. Bazen haklı bazen haksız yere öfkeleniyoruz. Genelde terapide insanlar bunu çok utanılacak bir şeymiş gibi söylüyorlar. Bu utanılacak bir şey değil. Öfke, yedi temel duygudan biridir. O yüzden öfkemizi düşman gibi görmek yerine, bunun tetikleyicileri neler ya da kimler, en çok hangi durumlar bizi öfkeye itiyor, onları keşfettikten sonra yavaş yavaş üzerinde çalışmamız gerekiyor. Öfkenin altında ağırlıklı yatan faktörlerden biri, hayal kırıklığı yaşamaktır. Özellikle ilişkide bir hayal kırıklığı yaşıyorsanız onu öfke olarak belli etme ihtimaliniz çok yüksek. Bir başkası beklentilerin karşılanmamasıdır. Partneriniz ya da eşinizden sürekli bir şey istiyorsunuz ama bir türlü karşılığını vermiyorsa, beklentinizi karşılamadığı için dolup dolup öfke patlamasına dönüşebiliyor. Engellenmek de öfke yaratabiliyor. Eğer istediğiniz bir amaca ulaşamıyorsanız o da bir öfke yaratıyor. Bunların bam telini, hangi durumda en çok öfkelendiğinizi fark etmek gerekiyor. Arada sırada öfkeleniyorsanız hiçbir sorun yok. Ama haftada iki üç defa ani öfke patlaması yaşıyorsanız o zaman bir alarm durumunda olmanız ve kesinlikle bunu çözmeniz gerekiyor. Öfke için en iyi yöntemlerden biri derin nefes egzersizleri diğeri de yirmi dakika o ortamdan uzaklaşmaktır. Çünkü beynimizdeki duygusal hafıza kısmı ilk yirmi dakikada inanılmaz aktif oluyor. O dakikada gözünüz dönüyor ve her şeyi yapabilirsiniz. Yirmi dakika kuralını her zaman kendinize hatırlatıp eğer evden çıkabiliyorsanız çıkmak, çıkamıyorsanız başka odaya gitmek, ona kadar saymak, bunlar gerçekten işe yarayan yöntemlerdir.’’
‘‘BİLİNÇALTIMIZI YENİDEN PROGRAMLAYABİLİRİZ’’
. Bilinçaltımızı yeniden programlayabilir miyiz?
‘‘Eskiden genel teoriler kişiliğin belli bir yaşa kadar oluştuğu ve sonra değişmeyeceği gibi bir varsayımda bulunuyordu. Ama artık kişiliğin ömür boyu gelişmeye devam ettiği görülüyor. Tabii ki herkesin olgunlaşma seviyesi farklıdır. Bir doğu özdeyişi şöyle der: Herkes bilge olur bazıları daha erken bazıları daha geç olur. Bunu yapmak için öncelikle kendimizi iyi tanımak zorundayız. Kitapta da bunu hetero telkinler ve oto telkinler olarak yazdık. Bilinçaltıyla ilgili hetero telkin, çocukluktan itibaren bize söylenen hatta yetişkinliğimizde de başka insanlar tarafından devam ettirilen olumsuz telkinlerdir. Toplumdan yeterli değilsin mesajını çok sık alıyoruz. Maalesef eleştiride çok cömert, övgüde çok cimriyiz. Bu da çok başarılı olabilecek bir çocuğun ya da bir yetişkinin başarısını daha da düşürüyor. Bir krizle karşılaştığımızda, genelde çocukken bize söylenen şeyleri içselleştirdiğimiz için ya kendimizi ya da karşı tarafı çok suçlayabiliyoruz. Ama olayı dengeli bir şekilde sorumluluk alarak çözmek gerekiyor. İnançlarımızı da fark etmemiz gerekiyor. Sağlık, başarı, ilişkiler gibi alanlarda zihnimizden geçirdiğimiz inançlar bizim değerlerimizi, yaşama nasıl baktığımızı oluşturuyor. Bunu keşfettikten sonra da yanlış olan inançları doğrularıyla değiştirmemiz gerekiyor. Hayat zaten çok kötü, hiçbir şey iyiye gitmeyecek, deyip buna inandığınız sürece hiç harekete geçme ihtimaliniz yok; pasif bir moda giriyorsunuz. Dolayısıyla kriz modunda nasıl davrandığınızı keşfetmek çok önemlidir. Çok acı çektiğinizde, size birisi hayal kırıklığı yaşattığında aklınızdan hangi düşünceleri geçiriyorsunuz. Yani anne babanız gibi mi düşünüyor, onların size söylediği şeyleri mi tekrar ediyorsunuz yoksa kendiniz gibi mi davranıyorsunuz.’’
‘‘GÜLMEK HORMONAL YAPIMIZI DEĞİŞTİRİYOR’’
. Gülmek, gülümsemek, kahkaha atmak insanı nasıl etkiliyor?
‘‘Gülmek konusunda yapılan bir belgesel var. Birinci dünya savaşındaki videoları izleyip yapılan bu belgeselde, bu kadar travmatik, böyle bombardıman altında yaşayan kişilerin mizahla gülerek ayakta kaldıkları ortaya çıkmıştı. Bu çok enteresan bir bulgudur. Gülmek, hormonal yapımızı değiştiriyor. Aslında mutluluk hormonlarıyla bir bağlantısı var ve gülmek endorfin hormonunun salgılanmasını sağlıyor. O yüzden bir gün içerisinde birkaç kere kahkaha attımak harika bir durum. Türk halkı bana göre çok zeki ve espri yeteneğimiz de çok yüksek. En dramatik olaylar bile sosyal medyada karikatürize edilebiliyor. Bunu koruyucu bir etken gibi düşünüyorum. Bu kadar stresi mizahla ve gülerek dengeliyoruz. Sosyal medyayı da bu açıdan oldukça olumlu buluyorum. Özellikle güzel anıları, gezdiğimiz yerleri kaydediyoruz. Görsel hafıza bizim için çok önemli. O yüzden onlara baktığımızda otomatik olarak olumlu duyguları aktive ediyoruz. Bazı kokular, bazı müzikler de böyle geçmişte yaşadığımız güzel duyguları bize hatırlatabiliyor.’’
İçeriği Paylaşın